15 Temmuz İç Savaş Provası: Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri/

15 Temmuz İç Savaş Provası: Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri/

Kaan Turhan

kaanturhana@gmail.com

Türkiye’deki kadroları ve devletin her kademesini ele geçirmiş olan fetullahçılar maşasıyla Amerika, Türkiye’de bir iç savaşın provasını gerçekleştirmiştir. Gelecekte de daha büyük bir hamleyle, Türkiye’yi zapturapt altına almayı amaçlıyorlar. Amerika’nın bölgedeki gücü zayıfladıkça ve hedeflediklerinde karmaşa arttıkça Türkiye’yi kullanma stratejisi devam ediyor. 

15 Temmuz’daki askeri hareket de Türkiye’yi yeniden hizaya sokma ve operasyonlarda kendine bağımlı kadrolar oluşturma stratejisinin bir parçasıydı. Yukarıda medyadan derlediğim haberler dikkatle incelenirse; devlet bu operasyonda sınıfta kalmıştır. Böylesi kirli bir yapılanmayı takip edebilmeyi, istihbari çalışmayı net bir biçimde yapamamış, özel iletişim kanallarına günümüz teknolojisinde ulaşamamıştır. MİT, Genelkurmay, Emniyet, Devlet kurumları sınıfta kalmıştır. Fetullah Gülen ve yandaşları hem Türkiye’yi ele geçirmiş hem de dünya egemenliğinde CIA kontrolünde faaliyetleriyle tüm mütedeyyin insanları “himmet” adında “hizmet”e vakfettirmiştir. 

Nurettin Veren’in ifadeleriyle yurtdışına yönelik uyarılar önemlidir: “FETÖ’ye arka çıkan devletler, başta ABD şunu iyi bilmeli ki, FETÖ’nün çılgın projesi ve ütopyası, sadece Türkiye’ye darbe yapmak ve Türkiye’de hakimiyet kurmak, halife olmak değildir. Bilerek kendini 5 defa kullandırıp, ortağını 100 defa kullanma stratejisini hayata geçirerek, kendi hayalinde kurguladığı, bütün dinleri harmanlayıp ve bütün dünya siyasal yönetim sistemine de hâkim olacak, tek merkezden yönetecek, dünya vatikan’ını inşa etme projesidir. Bu dünya Vatikan’ının komuta merkezi, Güney Afrika’daki Johannesburg kentinde 2007 yılında Gülen’in talimatıyla Ali Katırcıoğlu’na kurdurulan, 1 milyar dolara yakın harcamayla tamamlanmış olan, NİZAMİYE KÜLLİYESİDİR. 

15 Temmuz’da yapmış olduğu darbe hareketi, herkesi bela ve musibete sürükleyen macerası, sadece Türkiye’deki vatandaşlarımıza ve kuruluşlarımıza ve devletimize mahsus bir saldırı değildir.[1]” Tüm dünya üzerindeki okullarla, batı kontrolünde adam devşirme ve yetiştirme eğitimleriyle dünya ülkelerini ve halkları da tehdit etmekte olan fetullahçılarla, Nurettin Veren’in saptamalarına göre, batının hesabı bitmemiştir. Belki de Veren’in yanıldığı nokta, fetullahçıların Amerika’dan bağımsız hareket serbestîsi içinde olma olgusudur. Nizamiye Külliyesi bilgisiyse; fetullahçılara merkez üs olarak Afrika’yı verip, koruma altına alma stratejisi olabilir. Lâkin fetullahçılara, Amerika’nın ılımlı İslam ve İslamiyet’in İsevileştirilmesi projelerinde ihtiyacı vardır ve proje devam etmektedir.

            Tek Adam: Recep Tayyip Erdoğan

            15 Temmuz gecesi ve sonrasında, Tayyip Erdoğan’ın heyecanını, ciddiyetini ve de dik duruşunu sahiplenen kimse olmadı. Adeta tek başına kaldı. Hâlihazırdaki hükümet kadrolarının, sessizce, olan bitene zayıf tutumlarla sarılmaları dikkatten kaçmamaktadır. Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbe girişimini “eniştem”den öğrendim açıklaması: her şeyden önce, yalnız kaldığına işaret etmektir.

MİT, Genelkurmay, Emniyet, Jandarma fetullahçıların elinde hareket etmekteyken; Erdoğan’ın yalnızlığı gün yüzüne 15 Temmuz’la birlikte çıkmıştır. MİT’in böyle kanlı bir darbe girişiminden, hava üslerindeki hareketlilikten ya da askerlerin birbirleriyle haberleşmelerinden habersiz olduğu gerçeği şunu da göstermektedir ki, fetullahçılar MİT’te ve diğer istihbarat kurumlarında kalkan görevi görerek gerçeği gizlemişlerdir.

Başka bir açıklaması da Hakan Fidan’ın her şeyden haberi olduğu, darbe gecesi öncesinde Genelkurmay’a giderek, bir hareketliliğin olduğunu bildirmesi haberlerine dayanarak, Hakan Fidan’ın da darbecilere kalkan olduğudur. İstihbarat zafiyetinin bilmediğimiz başka teknik hatalar da olabilir belki ancak bu ne Hakan Fidan’ı ve Genelkurmay’ı aklar!

Erdoğan’ın darbe girişimi sonrası açıklamalarında yer alan bir konu daha yalnızlığının tescili niteliğindeydi. Devlet kadrolarında, 20 bin kişinin açığa alınmasını eleştirenlere, “100 bin, 200 bin ucu nereye giderse gitsin bu temizliği yapacağız” demesiydi. TSK’da, Emniyet’te, Yargı’da, Eğitim’de yapılan operasyonlarla birlikte, bu kadar büyük rakamlara ancak siyasi alandaki, medya alanındaki operasyonlarla ulaşılabilecektir. Bu da siyasal olarak, Erdoğan’ın yalnızlığının delili olarak yorumlanmalıdır.

Nitekim, darbe girişiminde MİT’in zafiyetine ilişkin, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in 15 Temmuz günü yaşananlarla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım’ın açıklamaları ile ilgili soru önergesinde şunları ifade etmişti:

“MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, darbe girişimi gecesi MİT olarak neler yaptıklarına ilişkin basına yansıyan değerlendirmeler de şaşkınlık vericidir. TSK’da bazı askerlerin darbe girişiminde bulunacağını, darbe girişiminin başladığı saatten yaklaşık 5 saat önce yani 15 Temmuz 2016 Cuma saat 16.00 sıralarında öğrendiği ifade edilen Hakan Fidan, bu bilgiyi ancak 4 saat sonra yani darbenin girişiminin başlamasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’a söylemiş. Hakan Fidan’ın darbe girişimine ilişkin, söz konusu gün 16.00’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ı telefonla bilgilendirdiği, 16.30’da MİT Müsteşar Yardımcısı’nın Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’le karargâhta görüştüğü, 18.00’de Fidan’ın karargâha giderek Akar’la bizzat görüştüğü de bilinen bilgiler arasındayken, Fidan’ın, darbenin asıl hedefi konumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bilgilendirmemesi ciddi kuşkular yaratmıştır.”

CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in soru önergesi şu maddelerden oluşuyordu:

-Sivil, polis ve asker 246 kişinin hayatını kaybettiği, darbecilerden de 24’ünün ölü ele geçirildiği darbe girişiminden MİT’in son saatlerde haberinin olması, MİT yetkilileri açısından görev kusuru mudur?

-MİT Müsteşarı Hakan Fidan, darbe girişiminde bulunulacağını öğrenilmesinin ardından, sırasıyla hangi birimlere haber verilmiştir? Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a haber verilmediği iddiası doğru mudur?

-Hakan Fidan, darbe girişiminden sonra, Cumhurbaşkanı ile birebir yaptığı görüşmede istifasını sunmuş mudur?

-Cumhurbaşkanı ve devlet yetkililerinin darbe girişimindeki istihbarat zafiyeti söylemlerinde; Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde bulunan Genelkurmay Elektronik Sistemler’in (GES)  sivilleştirilme iddiasıyla MİT’e bağlanmasının payı var mıdır?

-MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bu darbe girişiminden önceki süreçte, 15 darbe girişimini, belli komutada kademesindeki askerleri ikna ederek durdurduğu dile getirilmektedir. Bu iddia doğru mudur? Doğruysa, Hakan Fidan’ın görevi istihbarat toplamak mıdır, darbecileri ikna etmek midir? Dile getirilen bu iddialar; Genelkurmay, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı tarafından bilinmekte midir? 

-Hakan Fidan, 15 Temmuz 2016’da “bu sefer de darbecileri ikna ettim” şeklinde söylemde bulunmuş mudur? Üst kademelere haber verilmemesinin nedeni bu mudur?

-Hakan Fidan, bu durumda darbe girişimi yapacak komutanların kim olduğunu önceden biliyor muydu? 

-Cumhuriyet Gazetesi’nin 27 Haziran 2016 tarihli sayısında “MİT’te neler oluyor?” başlığıyla çıkan haberde, Arapça monitörlerin (telefon dinleyen kişi), Arapça görüşmelerin neredeyse tamamını İstihbarat Değeri Yoktur (İDY) yaptığı, yönetimin de bu duruma göz yumduğu belirtilmiştir. IŞİD militanlarının ağırlıklı Arapça konuştuğu ve IŞİD’in Türkiye’deki bombalı saldırıları dikkate alındığında, haberde konu yapılan iddiaların vahimliği tartışmasız önemdedir. Bu iddialar doğru mudur? Doğruysa, dinlemeleri İDY yapan monitörler hakkında herhangi bir soruşturma açılmış mıdır? Açılmışsa nasıl sonuçlanmıştır?

-Hakan Fidan hakkında, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne ilişkin görevi ihmal ya da başka bir iddia üzerinden herhangi bir soruşturma açılmış mıdır?[2]”

            Devletin istihbaratı darbe girişiminde sınıfta kalmış ve Cumhurbaşkanı’nın ‘sır küpüm’ dediği Hakan Fidan, bu kanlı senaryoda Erdoğan’ın yalnızlığının nirengi noktasını oluşturmuştur.

Erdoğan bu yalnızlıkta, sadece Türkiye içinde muhatap olmadı. Batıdaki müttefiklere sürekli göndermelerde bulunarak, bizi yalnız bırakmayın, “ya FETÖ ya Türkiye” mesajını açık açık dillendirdi. Rusya’yla tekrar ilişkileri iyileştirme çabaları, Suriye’yle tekrar iyi ilişki hesapları yaparken, NATO ve Amerika’yla ilişkiler sorgulanmaya başlandı. Gerilimli bir atmosfer yaşandı. Amerika da Fetullah Gülen’in iadesi konusunda Türkiye’ye karşı tutumunu sürdürüyor. Lâkin dünya üzerinde fetullahçı yapılanmaya ihtiyaçları var. Ayrıca Nurettin Veren’in açıklamaları da gösteriyor ki, üst akıl noktasında sosyal medya uygulamaları ve sitelerinin (facebook, twitter vb.) üst yönetimlerinde, NASA’ya, Petrol Şirketlerine varıncaya kadar fetullahçı kadrolar kritik üs kurmuş durumdadırlar.

Türkiye Her Koşulda Çöküş İçinde

            Türkiye öylesine ilginç ve ilginç olduğu kadar da yabancı servislerin operasyonel gücünün net biçimde ortada olduğu bir darbe girişimi gerçeğini yaşadı ki kimse bu ortamda ne olacağını, nasıl davranacağını, net bir biçimde salt gerçeği göremez oldu. At izi it izine iyice karışmış durumdadır.

            Hanefi Avcı örneğin, “Haliçte Yaşayan Simonlar” kitabı çıktığında okumuş ve yeni bir şeyin olmadığını görmüştük. Bu denli gündeme taşınıp da içi kof bir kitabı bu denli pohpohlamak önemliydi. Emniyet Müdürlüğü ve görevleri sırasında net olamayanlar, emekliliklerinde itirafçı olmuşlardı.

Orhan Gökdemir’in bu konudaki saptamları da değerli:

“Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, Bugün yazarı Ahmet Taşgetiren, yazar Latif Erdoğan, cemaatin ilk polis imamı olduğu söylenen Kemalettin Özdemir, Gülen’in eski sağ kolu Nurettin Veren hava bulanır bulanmaz itirafçı oldu. 17-25 Aralık girişiminden sonra baş gösteren devletin tokat atma ihtimali karşısında öyle bir korktular ki o gün bugündür kesintisiz konuşuyorlar. Sonra mehdinin bütün adamları arasında bir salgın hastalık gibi yayıldı bu hal.

Gülen’in sağ kolu itirafçı, en önemli gazetecisi itirafçı, ilk polis imamı itirafçı, gazeteci ve yazar örgütünün başkanı itirafçı, jandarma imamı itirafçı, genç subayları itirafçı, generalleri itirafçı, polisleri itirafçı, yargıçları, savcıları itirafçı…Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.

Onur yok bu oyunda, insan yok, vicdan yok. İtaat etmeyi alışkanlık edinmiş olanların zalim karşısında boyun eğip diz çökerek küçülüşünü izlemekteyiz. Her oyuncu “pişmanım” diye inleyerek rolünü tamamlayıp çekiliyor sahneden.

Zaman gazetesinin “gözü kara” kalemşoru Mümtazer Türköne, “O camiayla olduğum için pişmanım. Darbeciler idam edilsin” dedi. İdam edilmesini istediği darbeciler yoldaşlarıydı. Ergenekon-Balyoz operasyonunun cemaatin talimatı üzerine başlama vuruşunu yapan Ankara Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, “Gülen cemaatini dini bir cemaat sanmıştım, pişmanlığın zirvesindeyim” dedi. Oysa tutup içeri tıktıklarından hiçbiri böyle bir pişmanlık beyanında bulunmamıştı.

Darbe girişiminin ardından tutuklanan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın yaveri Piyade Yarbay Levent Türkkan ifadesinde suçlamaları kabul etti, itiraflarda bulundu ve pişmanım dedi. Cemaat’e yakın Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak gözaltına alınıp serbest bırakıldı. İçeride pişmanım demeyi unuttu. O da yazılı bir açıklama yaptı, “FETÖ örgütüne, geçmişte iyi niyet ve sadece vatanseverlik duygusuyla yaptığımız yardımları düşününce bugün kahroluyoruz” dedi. Cemaatin amansız savunucusu gazeteci Nazlı Ilıcak, “Yanıldığımı, bu yapılanmanın bir örgüt olduğunu 15 Temmuz sonrasında gördüm. Daha önce bilseydim karşısında yer alırdım” dedi.

Öte dünyaya inan, mehdiye inan, kutsal kitaba inanan, şehitliğe

inanan, mehdinin ağzını sildiği peçeteye inan, mehdinin kirli donuna, kılına, tüyüne inanan, bilemediğimiz bilcümle saçma sapan şeye inanan ve ömrü boyunca Allah yolunda ölmeye hazırlanan bu insanlar arasında bir tek kişi çıkıp “bu dava benim davam, geri adım atmam, haklıyım” demedi, diyemedi. Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.[3]”

Bu itirafçılık olayı da dikkatle izlenmeli ve tehlikenin önemli bir parçası olarak kayda geçirilmelidir. Zira     itirafın isnat edilen olayın vukuu hakkında kesin bilgi içerdiği anlamına gelmez. Çünkü şahitlik gibi itiraf da ihbar grubunda yer alan bir tasarruf olduğundan kural olarak doğrulanması ya da yalanlanması mümkündür ve kesin bilgi kaynağı görülmez. Bundan dolayı itirafın herhangi bir baskı ya da yanılmadan kaynaklandığının anlaşılması, halin delâletinin ve vâkıanın itirafın doğruluğuna imkân vermemesi gibi durumlarda itirafa itibar edilmez[4].”

İtirafçılar kadar, medyada yeni iklimi yönlendiren kimselere de dikkat etmek gerekmektedir. Kripto fetullahçıların yönlendirmelerine karşı, sadece ve sadece Türkiye’nin çıkarları öne çıkarılarak hareket edilmelidir.

15 Temmuz darbesinin Türk Milleti üzerindeki biyo psiko sosyal etkisi uzmanlarca incelenmeli ve dikkatle sağaltım yayınları yapılmalıdır. Halkın orduya olan güvensizlik çıtasının yükseltilmesi, ordu millet birlikteliğinin tesisi için çalışmalar yapılmaktadır. Lakin Türk askeri, sokaklarda üniformayla, kamufulajla dolaşamaz duruma gelmiştir. 15 Temmuz’a ilişkin halkın kahramanca, darbecilerin önüne çıkıp savaş vermesi, birçok şehit vermemiz ağır bir toplumsal travmanın da yaşandığını göstermektedir. Askeri kurumların bu süreçle budanması, işlevsiz hâle getirilmesi noktasında da dikkatli davranılmalı ve ülkenin tepesinde hâlâ Atatürk düşmanlarının, Cumhuriyet düşmanlarının olduğu unutulmamalıdır.

İstanbul’da darbe girişimi soruşturmasında emniyette gözaltına tutulduğu 13’üncü gün fenalaşan ve kaldırıldığı hastanede can veren tarih öğretmeni 42 yaşındaki Gökhan Açıkkollu’nun cenazesi, İstanbul’da izin verilmediği için eşinin memleketi Konya’nın Ahırlı İlçesi’ne bağlı Büyüköz Mahallesi’nde toprağa verildi. Öğretmen Açıkkollu’nun cenaze namazını cami imamı kıldırmayınca, mahalle halkından bir kişi kıldırdı. Öğretmen Gökhan Açıkkollu’nun başına gelenler, toplumsal kesimlerce infiale yol açabilecek niteliktedir. Bu tür provokasyonel yöntemler, Türkiye’deki ayrılığı keskinleştirir ve Türkiye’nin üstünde durduğu bıçağı biler.

Askeri okulların kapatılması olayıysa; TSK’nın AB raporlarında vurguladığı ‘profesyonel ordu’ için tırpan niteliği taşımaktadır. Askeri okulların kapatılması, Fetullahçıların askeri okullara sızması nedeniyle değil; AKP’nin varoluş ve kuruluş felsefesi gereğidir. Aynı zamanda niyetin Kemalist kurum ve kuruluşlar olduğu, OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname’lerle birçok kurumun özelleştirileceği gerçeğidir.

12 Ağustos 2016’da kabul edilen Kanun Hükmünde Kararname’yle, Varlık Fonu Yasa Tasarısı’yla devlet kurumlarına ait kamusal varlıkların özelleştirilerek satılabilecek:

Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü, Atatürk Kültür Merkezi, Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü, Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü, Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, TRT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü, Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu, GAP Başkanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Savunma Sanayii Müsteşarlığı, PTT, TRT, İller Bankası, TÜBİTAK, Milli Piyango, TPAO, DSİ, GAP Başkanlığı, DHMİ, YURTKUR, Karayolları Genel Müdürlüğü, Türkiye Bilimler Akademisi, Türkiye Adalet Akademisi, Spor Genel Müdürlüğü gibi stratejik tüm kurumlar özelleştirilebilecektir.

AKP’nin bu tasarısına muhalefet karşı çıktı da ‘şimdilik’ belki de bu tasarı iptal edildi.

Sonuç: Türkiye’de İç Savaş Koşulları Oluşturuluyor!

15 Temmuz kanlı kalkışma aynı zamanda, Türkiye’de bir iç savaş çıkma olasılığının test edildiği alan yarattı ve başarılı oldu.

Türkiye, bölgesinde güçsüz bir ordu ve moralsiz, kırılgan, dayanıksız, personeli birbirine güvenmeyen bir yapıya hapsedilmiştir. Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Güneydoğu’da en çok gereksinim duyacağımız noktada askerimiz ve kurumsal olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’miz görev yapamayacak noktaya getirilmiştir.

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı’na getirilen, Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi (SADAT) Yönetim Kurulu Başkanı emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, özel harp yöntemleriyle Türkiye’de iç savaş koşullarının yaratılmasında kilit rol oynayabilecektir. SADAT ile gayri nizâmi harp çerçevesinde şehirlerde halkı kışkırtıp, birbirine düşürebilecek suikastlar, halkı bölebilecek dezenformasyonlar ve manipulasyonların yapılabileceği açık bir tehdit olarak dikkat çekmektedir.

15 Temmuz’da “hazır kıt’a” olarak ülküsel duyguları aşındırılan halk, tankların önüne sürülmüş, birçok cân yanmış, insanlar darbe girişimindeki askerlerle meydan muharebesi kurgusunda karşı karşıya getirilmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Yenikapı mitinginin ertesinde de demokrasi nöbetlerine “ara veriyoruz” (son değil!) demesi de çözümlemede dikkat edilmesi gereken konulardandır.

Yani bu halk yapay, zorla varsayılan farklılılar (Kürt, Alevi gibi) üzerinden meydanları kuşattığında, iş çoktan bitmiş olacak, iç savaş yaratılarak ülke çökertilecektir. Kilis’ten, Artvin’e kadar olan kuşakta komutanlıklar büyük sıkıntılar içindedir ve moral motivasyon olarak tutuklanan komutanlarından ötürü birlikler ‘başsız’ kalmıştır. Kilis Artvin kuşağından doğuda tasarlanan bir kukla Kürt devleti, iç savaşla birlikte kaçınılmaz hâle gelecektir.

[1] Nurettin Veren, Karanlık konseyin ve Fetö’nün Yeni Dünya Düzeni ortak projesi, Yeni Akit, 16.08.2016

[2] 15 Temmuz’un yanıt bekleyen soruları Meclis gündeminde, 28.07.2016

[3] Orhan Gökdemir, Mehdinin Bütün Adamları, SOL, 16.08.2016

[4] İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Sayfa: 461

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=10607

ERMENİ TASARISINI KABUL EDENLER İÇİN, DERHAL KARŞI ATAĞA GEÇİLMELİDİR.

 

Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması ile en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu. (1 Mart 1922)

Türkiye–Amerika ilişkilerinde son günlerde giderek artan gerginlik sonucunda ABD Kongresi ve Senatosu tarafından oy birliği ile kabul edilen “Ermeni Soykırımının tanınması” konusunu ciddiye almak gerekir. Bu konu yöneticilerimiz tarafından yapılan birkaç cılız kınama ve yok saydık sözleri ile geçiştirilemez.

Çünkü günümüz dünyasında küresel güçlerin emperyalist çıkarları için yaptıkları ülke işgalleri böyle başlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti tüm milli güç potansiyelini kullanarak ve tüm organları ile son yıllarda giderek artan bu tip saldırılara karşı topyekun karşı koyacak bir çalışma içine girmelidir.

1980 Askeri yönetimi döneminde Türkiye; Milli Güvenlik Konseyi koordinatörlüğünde ayni elden hazırlanan operasyon planlarını uygulayarak küresel güçlerin desteği ile tüm dünyada temsilciliklerimize saldırıya geçen ERMENİ ASALA terörünü tamamen sıfırlamayı başarmıştır. Bugünde benzeri bir çalışmanın gecikmeksizin yapılması zorunludur.

Bulunduğu hassas coğrafyada her alanda kuşatılmış olan ve psikolojik saldırılarla içeriden teslim alınmaya çalışılan kendi içinde böyle bir sorunu yoktur. Lozan Barış Antlaşmasına göre azınlık statüsünde bulunan Ermeni yurttaşlarımızın diğerlerinden farkı yoktur. Bin yıldır Türk toplumu ile kaynaşmış halde yaşayan Türkiye Ermenileri, tamamen dış kaynaklı olup küresel güçlerce canlı tutulan Ermeni sorunundan en fazla etkilenen ve tedirgin olan kesimdir.

Türkiye ilk şoku 27.1. 1973’de Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet BAYDAR ile Konsolos Bahadır DEMİR’in 78 yaşındaki Amerikan uyruklu Diaspora Ermenisi Gurgen Yanikiyan tarafından şehit edilmesi ile yaşadı.

Bizim nesillerimize Ermeni Sorunu ile ilgili olarak okullarda bilgi verilmedi. Yani konu hakkında yöneticilerimiz dahil tamamen bilgisiz ve cahildik Çünkü o tarihlerde bu konuda bilgi elde edebileceğimiz tek kitap Esat Uras Bey’in “Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi” eseriydi. Ama o tarihlerde dünya kütüphanelerinde masum Ermenilerin Türkler tarafından nasıl vahşice soykırıma tabi tutulduğunu anlatan sözde bilim adamlarınca hazırlanmış on binlerce eser vardı. Bu eserlerle Osmanlının Ermeni tebaasına yaptığı mezalim ders olarak okullarda öğretiliyordu.

Bugün hala cisimleri küçük ama emelleri çok büyük olan Diaspora Ermenileri küresel güçler elinde olarak oyuncak olduklarının farkına varamamışlardır. Çünkü bugüne kadar küresel güçlerin elinde ciddi bir oyuncak olmaktan öteye geçememişlerdir. Onlara vadedilen Büyük Ermenistan Devletinin kurulması tam bir ütopyadır. “Hadi gelin alın bu toprakları size verdik. Kurun devletimizi desek” dahi bunu gerçekleştirecek güçleri yoktur.

Emellerini elde etmede kendi güçlerinin yetmeyeceğini iyi bilen Ermeniler sorunlarını dünya kamuoyuna taşıyarak yeteri kadar dış destek elde etmişlerdir. Osmanlı’dan başlamak üzere Türk tarafı da boş durmamıştır. Her türlü yola başvurarak haklılığını ispat etmeye çalışmış ve asıl soykırımın kendilerine karşı yapıldığını her platformda vurgulamaktan geri kalmamıştır.

Bugün gelinen noktada Türkiye tarafından bilimsel bütün veriler ortaya konulmasına ve batı kaynaklı belgeler de kullanılmasına rağmen Türk tezi kandırılmış ve yönlendirilmiş çevrelerde yeteri kadar kabul görmemiştir. Küresel güçler medya ve para kaynaklarını kullanarak “Soykırım yapıldığı” tezinin kabulünde başarı olmuşlardır. Bu güçler menfaatlerinin odaklandığı Kafkasya ve Ortadoğu politikaları için Ermenilerin yanında yer almaya devam etmişlerdir.

Ermeni soykırımı iddiaları bugüne kadar doğruluğu ispatlanmamış olan hatırat türü sübjektif yayına dayanmaktadır. Halbuki “Tarih belge ile yazılır” hükmü ortadadır. Arşivlere dayalı bilimsel çalışmalar ön yargıyla gelişen siyasi yaklaşımları ortadan kaldıracaktır. Bu nedenle batı ülkelerinde siyasi bir yaklaşımla ele alınan Ermeni konusunun tarihin asıl kaynaklarına inilerek değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamak lazımdır..

Türkiye, Ermeni Soykırımı konusu ile çok geç karşılaşmasına rağmen bugüne kadar çok ciddi bilgi birikimi sağlayan planlı çalışmalar yürütmüştür. Devletin kontrol ve koordinasyonu altında yürütülen bu faaliyetlerden birkaçı şöyle gelişmiştir;

– DEVLET ARŞİVLERİ AÇILMIŞTIR: Osmanlı resmi devlet arşivlerinin Ermeni soykırımı iddialarının meydana geldiği farz olunan bölümleri zamanından önce tasnif edilmiş ve arşivlerin tamamı 1980 yılında bilim adamlarının kullanımına açılmıştır.

– ÜNİVERSİTELERDE ERMENİ SORUNU ARAŞTIRMA MERKEZLERİ KURULMUŞTUR: Bazı üniversitelerimizde Türk-Ermeni İlişkilerini bütün yönleri ile bilimsel ortamda ortaya çıkaracak Araştırma ve Uygulama Merkezleri kurulmuştur. Ayrıca konu doktora ve master tezleri seviyesinde incelenip pek çok bilimsel eser hazırlanmıştır. Bu eserler çeşitli dillerde bastırılarak dünyanın önemli merkezlerindeki üniversiteler ile kütüphanelere gönderilmiştir.

– BİLİMSEL TOPLANTILAR YAPILMIŞTIR: Maliyetinin tamamı devletçe karşılanan uluslararası düzeyde birçok seminer, sempozyum ve paneller gibi bilimsel çalışmalar gerçekleştirilmiştir Bu toplantıların sonuçları kitap, doküman ve broşür halinde birçok dilde basılmış, özel olarak Diaspora Ermenilerinin yoğun faaliyet içinde olduğu ülkelerde dağıtılmıştır.

– ÖRGÜT DAVALARINDA TÜRKİYE MÜDAHİL OLMUŞTUR: Özellikle PARİS-ORLY Havaalanı baskını davası başta olmak üzere yurt dışında görülen tüm ASALA davalarına Türkiye müdahil olarak katılmıştır. Konunun uzmanı bilim adamlarımızın bu mahkemelerde ifade vermesi ile faillerin affedilme umutları tamamen kırılmış ve cezalandırılmışlardır.

– ERMENİ SORUNU KONUSUNDA DOKÜMAN NOKSANLIĞI KALMAMIŞTIR: Özellikle Türk halkının bilgi noksanını giderecek pek çok kitap, broşür ve kitapçık hazırlanmış, en ücra noktalara kadar dağıtılmış ve halkımızın bilgilendirilmesi ilk elden sağlanmıştır.

– PSİKOLOJİK HARBE, KARŞI PSİKOLOJİK HARP UYGULANMIŞTIR: Bu çalışmalarla yabancı kamuoyu olayın gerçekleri doğrultusunda bilgilendirilmeye çalışılmıştır. Avrupalı tüm yönetici ve parlamenterlerin ev adreslerine konuya ilişkin Türk tezini anlatan dergi, gazete ve posta kartları ve film kasetleri gönderilmiştir. Uygulama periyodik olarak ve bıktırıncaya kadar devam ettirilmiştir.

– KONUYA AİT FİLMLER HAZIRLANMIŞTIR: Ermeni soykırımı iddialarının hayal mahsulü olduğu konusunda TRT başta olmak üzere özel sektöre pek çok film hazırlattırılmıştır. İkisini benim şahsen hazırladığım bu filmler çeşitli dillere çevrilerek video kasetleri halinde yurt dışına özellikle basın-yayın organlarına ve Diaspora Ermenilerinin çalışmalarının yoğun olduğu ülkelerdeki yabancı ülke temsilciliklerine gönderilmiştir.

Bu çalışmalar bir elden plânlanmış ve birbirleriyle koordineli olarak icra edilmiştir. Hedef kitle olarak Diaspora Ermenilerinin faaliyette bulunduğu ülkelerin üst düzey yönetim kademesi üzerinde yoğunlaşılmıştır. Doğrudan yöneticiler bilgilendirilip acilen tedbir almaları istikametinde yapılan çalışmaların başarılı olduğu alınan müspet sonuçlarla kendini göstermiştir.

1983 yılından itibaren Türkiye’nin organize ettiği bu çalışmaların yoğunluğu azalmış, üniversite araştırma merkezlerinin rutin faaliyetleri dışında önemli bir aktivite gösterilememiştir. Oysa karşı taraf boş durmamıştır. Küresel güçler ellerindeki Ermeni oyuncağından asla vazgeçmek niyetinde olmadıklarını her zaman göstermişlerdir. 1991 yılında SSCB’nin dağılmasını takiben bağımsız Ermenistan Devletinin kurulması ile olaylar yeni bir yön ve ivme kazanmıştır.

Sonuç olarak tarih sayfaları şahittir ki; Türk milleti bilerek, isteyerek ne Ermenilere ve ne de başka bir millete soykırım uygulamamıştır. Çünkü Türklerin milli karakter yapısında başka milletlere ve ırklara asla düşmanlık yoktur. Hiçbir zaman olmamıştır. Ayrıca dini değerlerimiz de bunu kesin olarak reddeder. Bununla beraber Birinci Dünya Harbi içerisinde dış destek ve kışkırtma ile Anadolu’da Hırvatistan tebaa Ermeniler ve Müslüman Türkler arasında pek çok hadise meydana gelmiştir. İki taraf birbiri ile adeta kıyasıya çatışmışlardır. Her iki taraftan pek çok masum insanın öldüğü bir gerçektir. Fakat bütün bunların savaş şartlarının doğal olayları olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim Ermeni soykırımı iddiaları ile suçlanarak İngilizlerin İşgal Yönetimi tarafından tutuklanıp Malta’ya sürülen Osmanlı yöneticilerinin düzmece mahkemede dahi beraat ettikleri görülmüştür.

Bugün tamamen sahte Ermeni Soykırımı iddiaları ile mücadele edecek aydınlarımız, üniversitelerimiz, sivil toplum kuruluşlarımız ve her biri birer kültür elçisi olarak yurt dışında yaşayan milyonlarca Türk yurttaşımız bulunmaktadır. Ayrıca bugün konu hakkında eskiye nazaran çok yeterli bilgiye, belgeye ve tecrübeye, yani mücadele silahlarımız bakımından çok daha fazlasına sahibiz..

Geçmişte olduğu gibi plânlı ve programlı bir karşı fikir saldırısı yaptığımız takdirde, ülkemiz aleyhinde karar alan ülkeler onların küresel oyuncakları durumundaki Diaspora Ermenilerinin sesleri bıçak gibi kesilecektir.

Ben 12 Eylül döneminde yapılan Diaspora Ermenileriyle Mücadele programında fiilen görev almış bir aydın olarak konuya ilişkin tüm bilgi birikimimi ve tecrübelerimi iki kitap halinde gelecek nesillerimize bıraktım. Bu kitaplarda haklılığımızı bilimsel gerekçeleri ile ortaya koyarken devletçe neler yapılması gerektiğini de detaylı vurguladım.

Unutmayalım. Biz hem haklıyız ve hemde mağdur olan tarafız. Kazanmak zorundayız. Yeter ki devletimiz bu konuyu sahiplensin ve çare bulmayı amaç edinsin.

ABD SENATOSU’NUN OYBİRLİĞİ İLE ERMENİ SOYKIRIMINI KABUL ETMESİ TÜRKİYE’YE KARŞI BİR İNSANLIK AYIBIDIR. DERHAL KARŞI ATAĞA GEÇİLMELİ VE CEVABI MİSLİ İLE VERİLMELİDİR.

Kanlı mı Gidecek Kansız mı?

 

Kanlı mı Gidecek Kansız mı?

 

Gökçe Fırat
gokcefirat@turksolu.com.tr
http://www.facebook.com/tc.gokce.firat
http://www.twitter.com/gokcefirat

Kanlı mı Gidecek Kansız mı?
Kanlı mı kansız mı sorusu kimilerinin canını sıkabilir elbette ama artık bu bir gerçekliktir.

Bizim isteğimiz kanlı bir çözüm değil, bunu hemen söyleyelim.

Şahsen ben Tayyip’in kazığa oturtulmuş bir görüntüsündense onun mahkemede ve hapishanedeki görüntüsünü izlemeyi tercih ederim.

Kaddafi’nin linç edilişi

25 Aralık 1989’da kurşuna dizilen
Nikolay ve Elena Çavuşesku

Yanukoviç’in Kiev’den kaçışı

Seve seve gitme şansını kaçırdı

Mesele artık Tayyip Erdoğan’ın gidip gitmeyeceği değil; nasıl gideceği?

Tayyip Erdoğan, bu gerçeği en iyi bilen isim olmalı. Sonuçta, iktidara nasıl bir anda getirildi ise, aynı şekilde bir anda götürülebileceğini görüyordur.

Hâlâ içinde ufak bir umut, bir beklenti, bir hayal olabilir; işleri batmak üzere olan bir esnafın zengin olma düşleri kurması gibi bir durum ya da 5 zayıfı olan öğrencinin sınıf geçmesi bile imkansızken üniversiteyi hem de Boğaziçi’ni kazanmayı beklemesi gibi bir durum.

Yani geçici bir hayal kurma anı…

Ama gerçekler son derece net!

Dünyanın egemenleri ile kavgalı bir iktidar. Hem AB ile, hem ABD ile, hem de İsrail ile aynı anda çatışma halinde.

Çevresindeki tüm komşularla kavgalı bir iktidar. İran’la, Suriye ile, Irak merkezi yönetimi ile çatışma halinde.

Ülke içindeki tüm müttefikleri ile kavgalı bir iktidar. Cemaat’le çatışması, Anadolu sermayesi ile kavgası.

Ülke içindeki tüm muhalifleri ile kavgalı bir iktidar. Ülkenin %50’sinin oyunu almış olsa bile, kalan %50’nin nefretini kazanmış.

Şimdi bu iktidarın ayakta kalabilmesine imkan var mıdır?

Çok net bir tespitte bulunalım: Tüm bu yolsuzluk kasetleri olmasaydı bile bu iktidar ayakta kalamazdı.

Ama her gün çıkan yeni bir kasetle, aşınan, çöken bir iktidarla karşı karşıyayız.

Elbette Tayyip Erdoğan, şu anda bu yenilgiyi hazmedemeyecek ve kabullenemeyecek. Savaşı kendi çapında sürdürmeye çalışacak.

Ama Nafile: Gidecek!

Eskiden seve seve gidecek diyorduk.

Ama artık o şansını da kaçırmış oldu.

Tayyip’siz AKP seçeneği

Peki nasıl mı gidecek?

Uluslararası konjonktür açısından Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’la yola devam edebilmesi gibi bir seçenek bulunmuyor.

Doğru, Türkiye Batı’nın bir müttefiki ama Tayyip Erdoğan bu ittifak anlaşmasını bozdu, oyunun kuralını çiğnedi. O nedenle bir kırmızı kartla oyun dışı kalacak.

Ama Batı açısından Türkiye, radikal İslamcılığı teslim edilemeyecek kadar önemli bir ülke olduğu gibi, sol bir iktidara da, hatta daha tehlikeli bir şekilde ulusalcı ya da milliyetçi bir iktidara da teslim edilemeyecek kadar değerli bir ülke.

O zaman birinci seçenek, AKP ile yola devamdır ama elbette Tayyip’siz bir AKP ile.

O nedenle öncelikle Tayyip’siz bir AKP’nin mümkün olup olmadığını cevaplamamız gerekir.

Bu teorik olarak mümkündür ama pratikte bu işi üstlenecek lider aktörler açısından durum tereddütlüdür. Tayyip sonrası AKP’yi toparlayacak bir lider adayı olarak görülen Abdullah Gül, son noterlik hizmeti ile sanki Tayyip’le anlaşmış gibidir.

Ancak bu davranışın altında asıl sonuç verici taktiğin gizlendiğini görmemiz gerek. Eğer Abdullah Gül, 30 Mart’tan önce Tayyip’e karşı bayrak çekseydi, doğru belki Tayyip’i yıkardı ama Tayyip’le birlikte AKP de yıkılırdı.

Böylelikle Abdullah Gül’ün başına geçebileceği bir AKP de bitirilmiş olurdu!

AKP seçeneğinin yaşatılması, tabanının ve oy veren kitlenin tümüyle dağıtılmaması esas hedeftir. Son kertede %30’larda tutunacak bir kitle kalmalıdır. Ve o kitleye Abdullah Gül şu mesajı verebilmelidir: “Ben AKP’nin ayakta kalması için Tayyip Erdoğan’a karşı çıkmadım ama görüyorsunuz Tayyip Erdoğan partiyi eritti şimdi bu partiyi kurtarmamız gerek.”

Eğer standart bir AKP muhalifi bakış açısı ile olaya bakarsanız, AKP’ye oy veren kitlenin birden bire AKP’den yüz çevireceğini düşünebilirsiniz. Ama durum bu kadar basit değildir. On yıldır AKP ile var olan bir kitleden söz ediyoruz. Bu kitlenin AKP’de tutunabilmesi gerekmektedir. Şu an Tayyip Erdoğan’ın yanında gözüken Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi isimler de bunu sağlamaktadır.

30 Mart sonrası AKP’de büyük isyan başlayacaktır. Ve o zaman isyan bayrağını açanlar, AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı yıpratmamış isimler olarak, vefalı isimler olarak, AKP kitlesi tarafından kabullenilecektir.

Tayyip Çetesi

Şu anda Tayyip Erdoğan yalnızdır ama onun AKP içinde bile tecrit edilmesi gerekmektedir. Ki bu da adım adım gerçekleşmektedir.

Bülent Arınç’ın parasal ilişkilerle ilgili yakınmaları manidardır. AKP içinde gerçekten de yolsuzluk ve hırsızlık işlerine hiç bulaşmamış isimler vardır. Bu isimler açısından AKP lideri Tayyip çevresinde oluşturulan yolsuzluk çetesinin varlığı kabul edilemezdir. Sonuçta pek çok isim AKP’ye bir ideal uğruna girmiştir, rant için değil. Ve şimdi en ulvi ideallerinin rant için yok edildiğini görmektedirler.

Aslında burada tablo çok açık.

Tayyip Erdoğan, karısı, iki kızı, iki oğlu, damadı, toplasanız on kişilik bir aile ve o aile ile bütünleşmiş Reza Zarrab, Yasin El Kadı, gibi tetikçilerden oluşan bir 20 kişilik suç örgütü vardır karşımızda.

Bu 20 kişilik çete ile mali açıdan işbirliği yapan yaklaşık 20 tane büyük çaplı işadamı vardır.

Bakanlıkta, bürokraside toplasanız bir 20 üst düzey uygulayıcı vardır.

Aslında, toplam sayısı 100’ü geçmeyecek bir yolsuzluk çetesi ile karşı karşıyayız.

Elbette bu çetenin emrettiği görevleri yapan, bu çete ile işbirliği yapan, bu çeteden nemalanan geniş bir kesim de vardır. Ama bir suç örgütü üyesi olarak değerlendirilebilecek insan sayısı 100 kadardır.

Şu anda AKP açısından bu 100 kişi ile yolları ayırmak ve elbette bunları yargıya teslim etmekten başka çıkar yol kalmamıştır. Bu yapılmazsa AKP’nin tüm milletvekilleri, parti yöneticileri, belediye başkanları, bürokratlar, iş adamlarından oluşan sayısı en az 10 bini bulacak bir suç örgütü konumuna düşülecektir.

AKP içinde yargılanmak istemeyenler ve elbette AKP’yi sürdürüp düzenini devam ettirmek isteyenlerden, böylesi bir hamle 30 Mart sonrası gelecektir.

Bu kKnsız Senaryodur.

Kanlı senaryo..,

Ama eğer bu seçenek gerçekleşmezse kanlı bir senaryo da hazırdır. Daha doğrusu AKP, kendi içinde bu sorunu kansız bir şekilde çözemez ise, kanlı senaryoda tüm AKP yok olacaktır.

Ukrayna’daki gelişmeler kanlı senaryonun bir örneğidir ama bu örnek Türkiye için fazlasıyla kansızdır.

Eğer AKP iktidarı daha doğrusu Tayyip Erdoğan yıkılmaz ise, Tayyip Erdoğan bir halk isyanı ile devrilecektir. Gezi’de yaşananlar, bunun tüm şartlarının elverişli olduğunu ortaya koymuştur.

İktidarın polisiye tedbirlere başvurması, MİT yasası ve diğer hukuki zorlamaları boşunadır. Halk ayaklanacaksa, ne yasa takar, ne MİT, ne de polis.

Ve halkı hiç kimse de durduramaz.

Hatta ordu gelse durduramaz.

Ukrayna’da diz çöken polislerin isyancılara nasıl teslim olduğunu tüm Türkiye gördü, polisler de gördü, ordu da gördü.

Yanukoviç’in kaçacak bir Rusya’sı vardı ama Tayyip’in kaçacak yeri yoktur. Hatta onu toprak bile kabul etmeyecektir!

Bir halk ayaklanmasında, Tayyip Erdoğan’ı kazığa oturturlarsa buna şaşırmamak gerekir.

Kaddafi’nin nasıl linç edildiğini hep birlikte izledik.

Çavuşesku’ların, karı-koca nasıl kurşuna dizildiklerini de!

Tayyip için Saddam gibi ipe çekilmek bile büyük bir şans olur doğrusu.

Hırsızı yargılamak

Kanlı mı kansız mı sorusu kimilerinin canını sıkabilir elbette ama artık bu bir gerçekliktir.

Bizim isteğimiz kanlı bir çözüm değil, bunu hemen söyleyelim.

Şahsen ben Tayyip’in kazığa oturtulmuş bir görüntüsündense onun mahkemede ve hapishanedeki görüntüsünü izlemeyi tercih ederim.

Bu adamların Menemen’deki yobazları, Şeyh Sait gibi itoğlu itleri bile nasıl kahraman gibi gördüklerini biliyoruz.

O şansı bile Tayyip’e bırakmamak gerekir.

Sıradan bir hırsız olarak mahkeme karşısına çıkarılmalıdır.

Elbette sıradan bir hırsız değildir ama sadece çaldığı miktar bakımından.

Yoksa yaptığı şey aynıdır, hırsızlıktır.

Hırsızlıktan yargılamak ve en sonunda da ona şu soruyu sormak isterdim: Medeni Kanun’a göre mi cezanı verelim Şeriat’a göre mi?

O zaman dinle imanla İslam’la da hiç ama hiç işi olmayan gerçekten adi ve basit bir hırsız olduğunu tüm Türkiye görmüş olurdu…
Kaset yayınlamak etik mi değil mi?
Siyaset arenasında ve basında bir yakınma var: Kasetler siyaseti kirletiyormuş!

Yani hırsızlık kirletmiyor siyaseti…

Yolsuzluk kirletmiyor siyaseti…

Kanunsuzluk kirletmiyor siyaseti…

Ama tüm bunların kasetlerinin yayınlanması kirletiyor! Pes doğrusu!

Dinlemeler, izlemeler ve yayınlar yasadışıymış…

Kargalar bile güler buna, tabii yasadışı yapılacak, sanki Başbakan’ı yasal yoldan izleyebilirsiniz de!

Şöyle düşünün:

Elinizde bir kameralı telefon var, kapınızın önünde bir hırsız bir kadının çantasını kapıp kaçıyor ve siz de o sırada kaydediyorsunuz. Hırsız yakalanıyor ve tek kanıt sizin çekiminiz. Ama pişkin hırsız diyor ki mahkemede, efendim bu kayıt yasadışıdır!

Ulan adi hırsız.

Sanki sen çok yasal bir iş yapıyorsun da yasallık bekliyorsun.

(Hemen bir ara hatırlatma, suçu ispat eden kayıtlar, Yargıtay tarafından, yasadışı olsa bile kabul edilmektedir!)

İkinci bir örnek bir işyerinden. Bir döviz bürosunu düşünün. Bir banka veznesini. Kamera her an kayıttadır ve hiçbir çalışan da bu yasadışı bir kanıt demez.

Çünkü parayı emanet ettiğinizi izlemek, kaydetmek hakkınızdır!

O zaman ülke bütçesini teslim ettiğimiz insanları izlemek, kaydetmekten büyük bir hakkımız da olamaz!

Çalmasın, kasedi çıkmaz!

Hatta benim önerim, milletvekili ve bakan olacakların, 24 saat kayda alınmasını kabul edecek bir yasa çıkartmak. Bunu kabul eden, yani niyeti hırsızlık değil de gerçekten vatana hizmet olan varsa, buyursun kayda alınmayı kabul etsin!

Olur mu böyle şey demeyin.

AKP’nin getirdiği veya getirmeye çalıştığı bir yasa var. Trafik polislerine bir kamera bağlayacaklar ki rüşvet alamasınlar.

İyi de bu ülkede rüşvetin alasını alan bir Başbakan var!

Biz niye kamera bağlamayalım.

Evet ben kasetlerin devamını bekliyorum. Görelim kim çalmış kim çalmamış.

Ama etik değil diye bu kasetleri yayınlamaktan kaçınanların Tayyip’ten korktuklarını da düşünmüyorum.

Bakın:

Kılıçdaroğlu nasıl korkusuz!

Bahçeli korkusuz!

Çünkü bu iki isim de kendilerinin bu tür hırsızlık kasetlerinin çıkamayacağından eminler.

Yani namuslular!

Ama ben kaset yayınlamam diyenler, kimbilir ne tür kirli siyasi ve ticari ilişkilere girmişlerdir!

Korktukları Tayyip değil kendi kasetleri.

Basın ahlakıymış… Geçin onu bir kalemde!

 

Büyük Güçlerin Kürt Kartı..,

 

Büyük Güçlerin Kürt Kartı..,

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur. Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.

Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil. Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.

Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.

Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.

Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, (i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve (ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.

Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.

Musul’da petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.

Sonra Ruslar geldi

Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi. Sonraki yıllarda bir yandan isyanlarını sürdürürken, öte yandan büyük güçlerden yardım talep etmeye devam ettiler. Ama bu talepler uzunca bir süre karşılık bulamadı. Ta ki, 2. Dünya Savaşına değin. 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca, Rusya buradaki varlığını tahkim etmek için işgal bölgesindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturdu. Savaşın hemen sonunda da, Ocak 1946’da Mehabat Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat uluslararası güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtlere verilen destek de kesildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken SSCB hiç sesini çıkarmadı. Kürtlerin bir büyük güce dayanarak giriştikleri bu ilk devlet deneyimi, dış desteğin sona ermesiyle hüsranla sonuçlandı. Böylece Kürtler ikinci kez büyük devletler tarafından aldatılmanın şokunu yaşamış oldu.

Buna rağmen Mehabat’ın genelkurmay başkanlığını yapan Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani’nin ülkesine döndüğünde karşılaştığı baskı nedeniyle SSCB’ye iltica etmesi, Kürtlerin büyük devlet desteğine olan inancını kaybetmediklerini göstermektedir. 12 yıl SSCB’de sürgün kalan Barzani, SSCB çıkarlarının Kürt çıkarlarıyla örtüşeceği günü sabırla bekledi. Ancak 1958’de Irak’ta yapılan darbe sonucunda ülkesine dönen Barzani’ye Sovyetler sadece Irak’la ilgili değil, Batı blokunda yer alan Türkiye ve İran’la ilgili de bir misyon yüklemişti: Onun tüm Kürtler nezdindeki saygınlığından yararlanarak tüm bu ülkelerdeki Kürt hareketlerini canlandırmak. Gerçekten öyle de oldu ve özellikle Türkiye’de 1930’lardan bu yana etkisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan Kürt hareketi 1958’den itibaren yeniden canlandı. Irak’ta ise mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşamayan Barzani 1960 sonlarına değin SSCB desteğiyle çeşitli ayaklanmalar çıkartsa da, SSCB esasen Irak’la anlaşmanın yollarını aramaktaydı. Nihayet 1972’de SSCB Irak’la “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”nı imzalayınca Kürtleri bir kere daha unutuverdi. Böylece Kürtler bir büyük hayal kırıklığı daha yaşadı ve SSCB’den umutlarını kestiler.

Daha sonra Amerikalılar ortaya çıktı

Ama Kürtlerin iki kutuplu sistem mantığına uygun olarak destek alabileceği bir başka büyük güç daha vardı: ABD. Barzani hiç vakit kaybetmeden, son derece pragmatik bir manevrayla bu sefer de ABD’nin desteğini almaya çalıştı. ABD ise Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve belki de cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu yaklaştı. ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran (Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle) ve İsrail de (Arap devletlerini zayıflatma politikası) Irak’a karşı Kürtleri desteklemeye istekliydiler. Böylece İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani Irak’ta 1974’te büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Fakat kısa süre içinde bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca (1975’te İran ve Irak arasında Cezayir Anlaşması yapıldı), yine bölge politikasının nesneleri/araçları olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin çekilmesiyle başarısızlığa mahkum olurken, 1975’te bir CIA yetkilisine ABD’nin 51. Eyaleti olabileceklerini bile belirten Barzani, daha sonra Amerikan Başkanına yazdığı 2 mektupta hayal kırıklığını dile getirdi ve sitemkar duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bir kere daha aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü.

Bu olaydan sonra bir süreliğine büyük güçler tarafından unutulan Kürtleri, SSCB 1980’de “yeni Soğuk Savaş”ın başlamasıyla yeniden hatırladı. Bu sefer temas kurulan Kürtler, ideolojik olarak kendine yakın duran Türkiye’dekiler oldu. PKK’nın 1980’de SSCB’nin Ortadoğu’daki müttefiki Suriye’ye yerleşmesi ve Bekaa’daki kamplarda askeri eğitime başlaması elbette bir rastlantı değildi. SSCB yeri geldiğinde Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aracı elinde tutmak istiyordu. 1984-91 arası SSCB’nin Suriye üzerinden süren dolaylı desteğiyle PKK, NATO üyesi Türkiye’ye karşı uzun süreli ve yıpratıcı terör eylemlerine girişti.

Söz konusu süreç 1991’de SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Şimdi PKK, hem ABD hem de Rusya için bölge politikalarının kullanışlı bir aracına dönüşmüştü. 1992-96 arası ABD ve Rusya’nın desteğini arkasına alan PKK’nın eylemleri gözle görünür biçimde arttı. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanırken (PKK ABD’nin Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta varlığını tahkim etti ve eylemlerini artırdı), Rusya da Türkiye’nin Çeçenistan’a dolaylı destek politikasını engellemek ve dengelemek için PKK’ya desteğini artırdı. Bir Kürt hareketi ilk kez bu kadar açık biçimde iki büyük gücün desteğini aynı anda elde etmişti. Sonuçta, PKK bölgenin en güçlü ve dinamik aktörlerinden biri haline geldi.

Fakat bir süre sonra büyük güç reelpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi PKK’ya olan bu desteği sona erdirdi. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü gördüler.

Öte yandan, 1975’ten sonra Kürtleri unutan ABD, 1991’de onları yeniden hatırladı. 1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir neden olmuş, ama aynı güdülerle bu kez İran, Iraklı Kürt grupları desteklemişti. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonuyla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen Batılı büyük güçler bu dram karşısında sessiz kaldılar.

1991’de Kuveyt’in kurtarılması için Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçte ABD’nin Kürtlerle bir kere daha yolu kesişti. Müdahale sırasında Amerikan’ın Sesi radyosunun yaptığı yayınların da etkisiyle ayaklanan Kürtler, ilginç bir biçimde ABD’nin Saddam’la vardığı mutabakat sonucu yine Irak ordusunun operasyonuna maruz kaldılar. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürtün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu.

Bunun ardından ABD Kuzey Irak’ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güçle koruma altına alsa da, 1998’e değin süren Barzani-Talabani çatışmalarına hiç sesini çıkarmadı. Vakti geldiğinde de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Böylece ABD kendi himayesinde ve kendine müzahir bir Kürt bölgesi kurmuş ve Saddam’a son darbeyi vurmak için Irak Kürt hareketini kendi eksenine katmıştı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Yoksa Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu? O halde büyük güçlerle ilişki bu minval üzere devam etmeliydi.

Nitekim öyle de oldu. Kürtlerle ABD’nin yolları 2003’te bir kere daha kesiştiğinde aslında ABD için 1991’den beri ekilen tohumların hasat zamanı gelmişti. Kürtler Saddam’ı devirmek için yapılacak müdahale ve sonrasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular ve 2003’te fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Buna karşılık bağımsızlık elde edemeseler de, güçlü bir biçimde desteklendiler ve Irak’ta kurulan yeni düzende çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, büyük devlet desteğine inancı da pekiştirdi. Gerçekten yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu?

Nihayet bütün dünya kürtlerin arkasında…

2011 sonrası Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkide yeni bir döneme girildiği kuşkusuz. Özellikle de 2015’ten itibaren Kürtler nihayet tüm büyük güçlerin desteğini arkasına almış görünüyorlar. Bu sefer neredeyse tüm büyük güçler, neredeyse tüm Kürt hareketlerine yönelik güçlü desteklerini izhar ediyorlar. Bu ilk kez ortaya çıkan bir durum.

Kürtlerin bu denli büyük güç desteğine mazhar olmasında kuşkusuz Irak’taki istikrarsız durumun, Suriye’deki iç savaşın ve IŞID faktörünün etkisi çok büyük. Halihazırda büyük güçler benzer korku ve beklentilerle bölge politikalarında Kürtleri temel dayanaklarından biri yapmış durumdalar. ABD, Rusya ve Avrupa’nın önemli devletleri Irak’ta ve Suriye’de IŞID’e karşı durabilecek tek gücün Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Bunun için terör örgütü ilan ettikleri PKK ile bağlantısı kuşkusuz olan PYD’ye, Türkiye’yi küstürme pahasına her türlü desteği sağlamada hiçbir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın PYD ve PKK’ya olan desteği ayrıca Uçak Krizi nedeniyle Türkiye’ye karşı intikam hırsından da besleniyor. ABD ise Irak’ta tek istikrarlı yerin Kürt bölgesi olduğu ve Iraklı Kürtlerin 1991’den beri verdiği mücadele ve gösterdiği sadakatle bir devlet olmayı hak ettiğini düşünüyor.

Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi görünüyorlar. Bu çerçevede ABD ve Rusya Kürtleri kendi eksenine katma mücadelesi içinde onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyorlar. Bununla birlikte bu devletler Kürtleri birbirine kaptırma endişesi ile müttefiklerini kaybetme endişesi arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu çelişki nedeniyle şimdilik temkinli bir Kürt politikası izleyerek ne Kürtleri ne de müttefiklerini küstürmemeye çalışıyorlar.

Bu politika ne kadar devam eder bilinmez ama Kürtlerin bunu tarihi bir fırsat olarak gördükleri kuşkusuz. Madem ki Ortadoğu’da yüzyıllık statüko alt üst oluyor, o halde Kürtler, yüzyıl önce başlayan makus kaderlerini değiştirmek ve yeni düzende kendilerine güçlü bir yer bulmayı umuyorlar. Büyük güçlerle son yirmi yıldır süren kesintisiz ilişkinin artık meyvesini almayı bekleyen Kürtler, bir kere daha büyük güçlerin açtığı yolda hayallerini gerçekleştirebilmenin eşiğine gelmiş bulunuyorlar. Bu eksende bulundukları ülkelerde statülerini bir üst aşamaya taşımak için (Türkiye ve Suriye’de özerklik, Irak’ta bağımsızlık) var güçleriyle mücadele ediyorlar. Bu yolun sonu nereye çıkar, tarihsel kısırdöngülerini kırabilir mi, bilmiyoruz. Ama Kürtlerin şimdi büyük güçlerle bir balayı dönemi yaşadığı kuşkusuz.

Peki ya sonra…

Kürtlerin makus tarihleri bu beklentilere fazla güvenilemeyeceğini söylese de, elbette tarihsel akıl da yanılabilir. Ama her durumda, başta dile getirdiğimiz şu gerçeği kulak ardı etmemek gerekir: Büyük devletlerin Kürtlerle kurduğu ilişkinin çerçevesini kendi çıkarları belirler ve her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengelerdir.

O nedenle büyük devletler ancak bölgesel ve uluslararası dengeler doğrultusunda çıkarları elverirse Kürtlerin hayallerini gerçekleştirmelerine izin vereceklerdir. Böyle bir izne karşılık da herhalde kendilerine bir biçimde sadakat duymalarını bekleyeceklerdir. Bu sadakatse, Kürtleri yine bölgesel politikanın nesnesi/aracı yapabilir. Ama böyle bir durumda daha kötüsü Kürtler, İsrail gibi bölgede düşman nazarıyla bakılan, yapayalnız bir aktöre dönüşebilir. Tabii tüm bunların dışında, tarihin tekerrürü de mümkün: Ya büyük güçler, geçmişte olduğu gibi, çıkarlar ve dengeler gereği Kürtleri yüzüstü bırakırlarsa…

Nitekim buna dair güçlü emareler de var. Örneğin, Türkiye’de PKK terörüyle mücadele kapsamında yapılan operasyonlara dünyadan tek bir ses çıkmaması Kürtler için bir işaret olmalı. Benzer biçimde büyük güçlerin İran’la ilişkilerini konsolide ettiği bir dönemde İran’ın da Kürt ideallerine sıcak bakmayacağı aşikar. Bu durumda büyük güçler belki şimdilik Suriye ve Irak ekseninde Kürtlere güçlü destek veriyor olsalar da, bu Irak ve Suriye’deki statükoyu gözden çıkardıkları için şimdilik böyle. Ama Türkiye ve İran için aynı şey söylenemez. Biri ABD’nin öteki Rusya’nın müttefiki olan Türkiye ve İran büyük güçler açısından gözden çıkarılmaları mümkün değil. Bu ülkelerinse Kürt ideallerinin karşısında olduğu ise kuşkusuz. O halde soru şu: Büyük güçler Türkiye ve İran’a rağmen Kürt ideallerini gerçekten sonuna kadar desteklerler mi?
YORUMLAR ;
Emrah Sekerli

Kürtler için en iyi ihtimal bir devlet kurmaları. Peki ya tüm komşuları ile düşman olacak bir devleti kurmak kürtlere ne sağlayacak? Hangi kürt böyle bir devlette yaşamak ister?
Diğer ihtimaller ise bu analizde anlatıldığı gibi yanaştıkları tüm güçler tarafında zamanı gelince kullanılıp atılmaları olacaktır ki tek kelime ile yazık, böyle giderse daha çook türkü yaparlar.

****
demirciy7

Kürtlerin artık gözlerini açmaları lazım. Kendi devletlerini kurma hayaliyle daha birkaç yüzyıl daha kullanılırlar. Onun yerine Türkiye’de veya Irak, Suriye gibi kürt çoğunluğun bulunduğu ülkelerde kendilerini geliştirip saygınlık kazanabilirler. Nitekim Türkiye’nin kürtlere verdiği kürtçe eğitim, kürt haklarında geliştirme gibi ayrıcalıklar Türkiye’de bu kapının her zaman açık olduğunu gösteriyor. Zaman beraber yaşama zamanı.

****
Cemcem92

Nitekim Türkiye’nin kürtlere verdiği kürtçe eğitim, kürt haklarında geliştirme gibi ayrıcalıklar”ne demek istediğinizi anlayan varsa beri gelsin.Dedikleriniz keşke olsa da birlikte yaşama umudu kaybolmasa.

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı.
ALJAZEERA.COM.TR

Özel Harp Teşkilatı Neden Tasfiye Edildi?

Özel Harp Teşkilatı Neden Tasfiye Edildi?

Yazar: Ümit Özdağ
06  AĞUSTOS 2014  ÇARŞAMBA

           Yüksek Askeri Şura’nın sonuçlarının tartışıldığı günlerde sağlıklı bir değerlendirme yapmak için tek tek kimlerin nerelere tayin edildiğini, kimin terfi ettiğini ve kimin emekli edildiğini incelemek gerekiyor. Özetle bu şuranın sonuçlarını öyle cemaate yakın olanlar tasfiye edildi veya edilmedi şeklinde kısa, kolaycı bir şekilde izah etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ancak bugün yine TSK ile ilgili başka bir  hususu ele alacağım.

2 Mayıs 2013’de Gazeteport sitesinde yer alan bir haberde şöyle denilmekteydi: “PKK’nın önemli ismi Murat Karayılan son açıklamasında da ‘’Silah bırakmayı’’ bu şarta bağladı ve ‘Silah bırakmak için Öcalan serbest bırakılsın, PKK terör örgütleri listesinden çıkarılsın, koruculuk sistemi ile Özel Kuvvetler lağvedilsin. Bunlar savaş gücü’ dedi.” Murat Karayılan gibi deneyimli ve Ortadoğu sistemini yakından bilen bir terörist liderinin dünyanın bütün ordularının vazgeçilmez parçası olan özel kuvvetlerinin tasfiye edilmesi isteği, ilk bakışta Öcalan’ın serbest bırakılması isteğinden daha da gerçekçi olmaktan uzak bir istekti. Ancak Karayılan da Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın tasfiye edilmesini istemiyordu. Karayılan’ın tasfiye edilmesini istediği, bilmedikleri ve korktukları güç “Seferberlik Tetkik Komutanlığı” idi.

23 Mayıs 2013’te Vatan gazetesinde Murat Çelik şöyle yazıyordu: “G.Kurmay, eski adı Özel Harp Dairesi olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nu budadı. 16 bölge başkanlığından 11’ini kapattı. Bu merkezlerdeki ‘ÇOK GİZLİ’ kozmik belgeler de Ankara’ya taşınıyor…Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Trabzon, Konya, Gaziantep, Amasya, Malatya, Muğla ve Ağrı.Bu illerdeki ‘Seferberlik Tetkik Kurulu Bölge Başkanlıkları’ kapatıldı.Yurt çapındaki toplam 16 başkanlıktan 11’inin varlığına son verilirken, geriye sadece şu adreslerde, 5 Seferberlik Bölge Başkanlığı kaldı:İskenderun, Diyarbakır, Van, Kars ve Edirne.” Murat Çelik’in haberi öyle gizli tutulmuştu ki, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda albay rütbesinde olan ve 20 yılı aşkın görev yapan subaylar bile bölge başkanlıklarının dağıtılacağını Murat Çelik yazınca öğrenmişlerdi.

Seferberlik Tetkik Kurulu’nun ilk tasfiye aşamasında beş bölge başkanlığı muhafaza edilerek sanki tamamen tasfiye edilmediği görüntüsü verilmek istenmiştir. Ancak 23 Mayıs 2013’ten 2014’e uzanan süreçte İskenderun, Diyarbakır, Van, Kars ve Edirne bölge başkanlıkları da tasfiye edilmiştir. Böylece, Türkiye’nin bir bölgesinin işgal altına girmesi, ağır bir karışıklık çıkması, ayaklanma olması durumunda işgalci unsurlara karşı savaşacak sivil-milli unsurları örgütleyen sistem tasfiye edilmiştir. Bu arada MAK-Muharebe Arama Kurtarma Ekipleri de tasfiye edilmiştir. MAK’ta çalışanların bir bölümü bir başka devlet kurumuna transfer olmuşlardır.

Öte yandan Özel Kuvvetler Komutanlığı ise varlığını sürdürmektedir. Özel Kuvvetler Komutanlığı 1992 yılında PKK ile mücadele sürecinin bir parçası olarak Amerikan Rangers’ları ve İngiliz SAS birlikleri örnek alınarak bir anlamda süper komandolar niteliği ile  tugay seviyesinde kurulmuştur. Özel Kuvvetler Komutanlığı önce tümen, ardından 2006 Yüksek Askeri Şura kararı ile Kolordu seviyesine yükseltilmiştir. 2010 Yüksek Askeri Şura kararı ile tekrar Tümen ve 2011 Yüksek Askeri Şura kararı ile tekrar Kolordu seviyesine getirilmiştir. Özel Kuvvetler Komutanlığı doğrudan Genelkurmay Başkanına bağlı olarak görev yaparlar. Muharebe Arama Kurtarma (MAK), doğrudan Özel Kuvvetlerin emrinde görev yapmıştır.

Tabii bütün bunlara Kirazlıdere’deki Seferberlik Tetkik Kurulu’nun bilgilerini de içeren Kripto odasında yapılan aramadan sonra 1952’den 2010’a kadar Seferberlik Tetkik Kurulu’nda çalışan bütün sivil unsurların isimlerinin de dışarıya sızmasını eklemek gerekmektedir. TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu üyelerinden bir AKP milletvekili bu dönemde Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görev yapan bütün isimleri içeren dosyaların Komisyona teslim edildiğini kişisel olarak bana ifade etmiş ve bu isimlerin toplam sayısını (ölenler ile birlikte) bildirmiştir.  Sonuç olarak deşifre olması sonucunda  Türkiye büyük bir hayati gücünü kaybetmiş görünmektedir.

 

http://www.21yyte.org/ sitesinden 19.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır

Doğu Türkistan’da Ne Oluyor?

Doğu Türkistan’da Ne Oluyor?

Yazar: Ümit Özdağ
01 AĞUSTOS 2014  CUMA

            Doğu Türkistan’da çok kısa sayılabilecek bir süre içinde, Çin ordusu ve polisi Uygur Türklerine karşı çok sert ve vahşi bir şekilde saldırıya geçmiş durumdadır. Hemen sınırın ötesindeki Suriye ve Irak Türkmenlerini IŞİD, PKK-PYD ve Barzani’nin insafına terk eden AKP Hükümetinin, Uygur Türklerine ilgi göstermesi beklenemez. Ancak basın ve yayın organlarında da Çin saldırısı hak ettiği yeri almadı. Doğu Türkistan’da ne oluyor? Olayların gelişimini yakından inceleyelim. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Nisan sonunda Doğu Türkistan’a gitti ve “teröre karşı” sert önlemler uygulanması gerektiğini söyledi.Doğu Türkistan’da anti-terör tatbikatları olarak adlandırılan tatbikatlar yapılmaya başlandı.Çin hükümeti Ramazan ayında Uygurların oruç tutmasını yasakladı ve bölgedeki denetimlerini sıklaştırdı.

Ramazan Bayramının birinci günü Yarkent’te Çin polisi Uygur Türklerinin bayram namazına katılımını engellemek istedi ve bunun üzerine halk ayaklanarak ellerinde bıçak, sopa ve baltalarla polis merkezine saldırdı. Bazı kaynaklara göre polis merkezine saldıran grup 300 civarında kişiden oluşuyordu. Polisin sert karşılık vermesi ve halkın üzerine ateş açması sonucu ayaklanma çevre yerleşim yerlerine yayıldı ve il merkezi olan Kaşgar’a da sıçradı.Kaşgar’da Çin yanlısı olarak bilinen imam bıçaklandı. Olaylar sonradan büyüyerek yine 2009’daki gibi yer yer etnik çatışmaya da dönüştü. Ölü sayısının 100’ü aştığı rapor ediliyor. Ölenler arasında Uygurlar, Çinliler ve polislerin olduğu söyleniyor.

Kaşgar aynı zamanda turistik bölge de olduğundan bazı turistler olaylara şahit oldular ve gördüklerini şöyle anlattılar: – Bir Fransız turist; bağırış çağırış duyduklarını ve bıçakla koşan iki kişi gördüklerini söylemiştir. Bıçakla koşanların hemen ardından polis gelmiş, turistlerin fotoğraf çekmemesini söylemiş ve cep telefonlarını kontrol etmiştir. Çarşamba öğleden sonra Kaşgar’a ağır silahlı polis kıtaları gelmeye başlamıştır.Kaşgar’a gelen bütün araçlar geri çevrilmiş, yani Kaşgar’a giriş yasaklanmıştır. Turistlerin söylediğine göre polisin Kaşgar’a getirdiği araçlar arasında en az 5 tane zırhlı araç vardır.  Kaşgar ilinde ulaşım ve iletişim tamamen engellenmiştir. İnternet ağı ve telefon görüşmesi kesilmiştir.

Bu olayların, 2009 olaylarından bu yana çıkan en büyük olay olduğu söyleniyor. Çin kaynaklarına göre Polis merkezine terör saldırısı gerçekleşmiş ve polis karşılık vermiştir. Diğer kaynaklara göre ise, Ramazandaki yasaklardan bunalan halk, bayramda patlamış ve başta polislere olmak üzere devlet görevlilerine saldırmıştır. Çin’in Doğu Türkistan’da  gerçekleştirdiği baskılara Uygur Türklerinin direnişinde Afganistan kaynaklı İslami hareket önemli rol oynuyor. Diğer bir ifade ile radikal İslam Uygur Türk milliyetçiliğinin kendisini ifade edişinin bir diğer şekli olarak karşımıza çıkıyor. Bu gelişmede, Uygur Türklerinin tek destek alabileceği kaynak olarak Afganistan kökenli hareketlerin ön plana çıkmasının önemli rolü var.

Tabii, bütün bunlar buz dağının sadece tepesini göstermektedir. Buz dağının suyun altındaki kısmında Pekin’in 21. Yüzyılda Büyük Türkistan stratejisi vardır. Büyük Türkistan, Doğu, Batı ve Güney Türkistan’dan (Afganistan) oluşmaktadır. Çin halen işgal altında tuttuğu ve Yeni Sömürge “Çince Sinkiang” adını verdiği Doğu Türkistan’ı tamamen Çinlileştirme projesini uygulamaktadır. Doğu Türkistan’da Uygur Türkleri % 15 altına düştükleri zaman tehdit olmaktan çıkacaklardır. Bunu Çin’in Batı Türkistan’da hegemon güç olma adımı izleyecektir. Büyük Çin nüfusunun oluşturduğu demografik tehdidin ilk adımları Kazakistan ve Kırgızistan’da hissedilmeye başlanmıştır. Özetle, bugün Büyük Türk Hakanlığının başkentliğini yapmış olan kadim Türk kenti Kaşgar’da gerçekleşen çatışmalar, 21. Yüzyılda Çinliler, daha doğrusu Hitaylar ile Türkler arasında gerçekleşecek Büyük Türkistan savaşının ayak sesleridir.

http://www.21yyte.org/ sitesinden 19.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/asya-pasifik-arastirmalari-merkezi/2014/08/01/7722/dogu-turkistanda-ne-oluyor

 

..

Polis Tutuklamaları-Öncesi ve Sonrası

Polis Tutuklamaları-Öncesi ve Sonrası

Yazar: Ümit Özdağ
31 TEMMUZ 2014 PERŞEMBE

Gülen cemaatine bağlı/yakın polislere yönelik kapsamlı bir operasyonun atama furyasından sonra muhtemelen ilk adli adımı atıldı. İlk adli adım diyorum çünkü bunu Hükümet yetkililerinden gelen açıklamalara göre gerek poliste gerek adalet bakanlığı dahil diğer alanlardaki gözaltı ve tutuklamalar izleyecek. Çağlayan Adliyesi’nde sorgulamalar sürerken, “hukuk devleti”nin savunulmasına çağrı niteliği taşıyan ve büyük bir bölümü Hizmet hareketine mensup isimlerden gelen e postaları okuyunca2007’den buyana Türkiye’de hukuk devleti düşüncesine ve uygulamasına tarihte darbe dönemleri dahil hiç olmadığı kadar şu anda tutuklu polislerinde dahil olduğu polis-savcı-hakim üçlüsünün verdiğini hatırlamadan edemedim. Tabii ki, cemaate yakın bu polis-savcı-hakim üçlüsünün önünü açan ise bugün yine hukuk devletini çiğnemekte sakınca görmeyen AKP iktidarı olmuştur.

 Bugüne nasıl geldik? 2007’de başlayan ve Amerikan Dış İşleri Bakanlığı’nın sızan belgelerinde radikal Türk milliyetçisi ve Avrasyacı diye tanımlanan Türk general/amiral ve subay kadrolarının tasfiyesi amacı ile yürütülen Ergenekon vs. psikolojik savaşı Kasım 2006’da Erdoğan ile Bush arasında Beyaz Saray’da yapılan görüşmede alınan karar sonrasında uygulama konulmuştur. Amaç, Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra “NATO’cu” niteliği zayıflayan ve Avrasyacı kimliği/bağımsızlaşma eğilimi güçlenen Türk Ordusu’nu tekrar NATO’cu zemine oturtmak ve TSK’nın PKK ile müzakerelere karşı çıkışını aşmaktır. AKP iktidarı TSK’ya yönelik kapsamlı psikolojik savaşın uygulanabilmesi için gereken yasal düzenlemeleri yapmış ve politik-psikolojik savaşı sürdürmüştür. Hizmet Hareketinin polis ve adliyedeki kadroları ise sahadaki icracılar olarak işlev üstlenmişlerdir. Ancak Hizmet Hareketi, İstanbul ve İzmir askeri casusluk davaları ile ABD-AKP dışında kendi gündemini de yaşama geçirmeye başlamıştır.

 Ergenekon sürecinde AKP Hükümetine Ergenekon kadrolarının tasfiyesine yardımcı olmak ve sürecin başarılı yürümesini sağlamak amacı görüntüsü altında Hizmet Hareketi, TUBİTAK, Yargıtay, Danıştay, TİB, Adli Tıp Kurumu ve en önemlisi TSK (Kuvvetlerin İstihbarat ve Personel Daireleri başta olmak üzere) örgütlenmiştir.

 Hizmet Hareketi’nin yayın organları ise Ergenekon psikolojik savaşının belkemiğini oluşturmuşlardır. Ancak Ergenekon sürecinde AKP’nin TSK’ya yapılmasını istediği “saldırılar” için sağlamış olduğu hukuki-politik zeminin sağladığı büyük güç, Hizmet Hareketi’nin güç sarhoşluğuna kapılmasına neden olmuştur. Hizmet hareketi bu süreçte dar kadrocu bir yaklaşım ile bürokraside özellikler Adalet ve İç İşleri Bakanlıklarında kendisinden olmayan herkese karşı baskıcı, dışlayıcı ve düşmanca davranmıştır. (Bir MHP ve bir de Saadet Partisi eğilimli hakim değişik zamanlarda bana şu tespiti yaptılar. “Cemaatin uygulamalarına gördükten sonra CHP’lilerin Allah’ının olduğunu anladık. CHP’nin HSYK’da etkin olduğu dönemlerde 10 kadronun beşi CHP’ye yakın olanlara diğer beşi hak edenlere verilirdi. Şimdi 10 kadronun 10’u da cemaate yakın olanlara veriliyor.”)

 Hizmet Hareketi’nin kullanmasına izin verilen özünde devlete ait olan gücü kendisinin zannetmesi sonucunda ilk AKP Hükümetine “Bensiz karar alamazsın” dersini verme girişimi KCK davalarında MİT müsteşarını tutuklama girişimi, Erdoğan’ın yasa değiştirerek cevap vermesi ile Hizmet Hareketi ilk yenilgisini almıştır. Hizmet hareketi özü itibarı ile PKK ile Müzakereye karşı değildir. AKP Hükümetinin Kürtçe televizyon, eğitim gibi “reformları” ile de sorunu yoktur. Esasen Hareket kendisi Kürtçe televizyon çalıştırmaktadır. Hizmet, müzakerelerin yürütülüş şekline karşıdır. Bir anlamda müzakere sürecinde devletin PKK karşısında ayağa düşürülmesine itiraz etmektedir.

 MİT operasyonu sonrasında AKP-Hizmet Hareketi koalisyonu bozulmuştur. Bundan sonra ki süreçte her iki tarafta karşı tarafı tasfiye edecek en uygun anı beklemeye başlamıştır. Bu arada olayların Hizmet Hareketi lehine geliştiğini kaydetmek gerekir. Çünkü Erdoğan’ın Ortadoğu politikası Mısır ve Suriye’de Amerika ile ters düşmüştür. Gezi olayları, Erdoğan’ın ABD ve AB’de izole olmasına neden olmuştur.

 Dış gelişmelerin çok uygun olduğu bir dönemde, (hatta Washington’dan bazılarının uygunluğu telkin etmiş olmaları da kesin olmasa da muhtemeldir) Hizmet hareketine yakın olduğu bilinen/düşünülen ve daha önce Ergenekon vs. operasyonlarını sürdüren polis-savcılar, devlet içindeki tasfiye edilmesi mukadder oldukları stratejik noktalardan tasfiye edilmeden önce 17 Aralık 2013’de AKP’li bakanların yolsuzluklarını hedefleyen bir operasyon başlatmışlardır.

 “17 Aralık operasyonunda kasalar, hırsızlıklar yok mu?” sorusu gereksiz bir sorudur. Tabii ki vardır ancak operasyon bunlar olduğu için yapılmamıştır. Siyasi kavgadan dolayı gerçekleştirilmiştir. Eğer AKP-Hizmet koalisyonu yıkılmasa idi 17 Aralık operasyonu da olmazdı. 17 Aralık operasyonun devamı olarak AKP-Ergenekon’u olan “selam terör örgütü” üzerinden AKP entelijensiyası ve bürokrasisinin tasfiye edilmesi tasarlanmıştır. (Bu konuda AKP çevrelerinin birçok iddiası var. Benim bilgi kaynağım ise 18-19-20 Aralık günlerinde 17 Aralık operasyonunu gerçekleştiren ve avukatlar ile çok fazla BÜYÜK BİR ÖZGÜVEN ile “Hedef Erdoğan” diyerek konuşan polisler.)

 Kabul etmek gerekir ki, 17 Aralık ve Selam terör örgütü kurgusu teoride çok başarılı bir kurgudur. Atılan her adım hukuka uygundur ve başarı kaçınılmaz görünmektedir. Ancak Erdoğan, operasyonu ve ardıl operasyonları planlayanların hiç beklemediği bir karşı operasyon ile cevap vermiştir. Operasyonu yapan polisleri görevden almış ve yerine atadığı polislere de savcıların emirlerini dinlememe emri vermiştir. Bu Anayasa’nın 138. Maddesinin açık ihlali ve Anayasanın askıya alınmasıdır. Erdoğan’ın 17 Aralık ve ardıl operasyonlara Anayasal darbe ile karşılık vermesi, teoride başarılı olan kurguyu bozmuştur.

 Gözaltına alınan ve bir kısmı tutuklanan polisler işte bu sürecin/kavganın sonunda tutuklandılar. Başbakan yardımcısı operasyonların yargı alanına kayacağını açıkladı. Hakim ve savcıların tutuklanması çok çok zordur. Ancak 17 Aralık’tan buyana Anayasası askıda olan bir ülkede hakim ve savcıların, gazetecilerin, işadamlarının tutuklanması da çok şaşırtıcı olmayacaktır. Hizmet hareketine karşı özellikle polis ve yargıda 2007-2013 uygulamalarından doğan tepkinin sonucunda Hükümet yanında oluşan geniş koalisyon bu uygulamaları mümkün hale getirecektir. Ancak AKP Hükümetinin elinde geniş koalisyon desteğine rağmen Ergenekon operasyonlarında olduğu gibi tamamen hukuk dışı hareket edebilen, homojen, kendi içinde örgütlü bir polis-savcı-hakim desteği olmadığı için Hükümet hukuk alanında istediği sonucu alamayacaktır. Son polis tutuklamalarında gözaltına alınan ve tutuklanan polis sayısı arasındaki fark, polislerin cep telefonlarının alınmaması, ziyaretçiler ile çektirilen fotolar vs. hükümetin istediği sonucu alamayacağını şimdiden göstermektedir. Oysa AKP Hükümetine Hizmet Hareketinin destek verdiği günlerde Türkiye Balyoz tutuklamalarında 100’ün üzerinde general ve subayın nasıl tutuklandığını unutmamıştır.

 Buna rağmen Hizmet hareketi önümüzdeki süreçte çok yıpranacaktır. Bundan sonra hiçbir siyasi parti, AKP’nin başına gelene bakarak, Hizmet Hareketine güvenmeyecektir. Hizmet’e karşı ihtiyatlı olmak ilk ilke olacaktır. Hizmet Hareketi’nin devletteki kadroları ağır baskı görecek, kopmalar yaşanacaktır. Baskılar başlamıştır. Bazı bakanlıklar dışarıda doktora yapan ve Harekete yakın olan bürokratların doktoralarına dahi son vermişlerdir. Dershanelerin kaybı önemli bir gelir ve insan kaybına neden olacaktır. Hizmet’e yönelik ideolojik saldırının AKP’den gelmesi muhafazakar zeminde kafalarda uzun vadeli ağır şüpheler bırakacaktır. Hizmet okullarına daha az insan çocuğunu yollayacaktır. Gazete aboneliklerinin iptali bunun ön göstergesidir. Hizmet Hareketi’nin değişik ülkelerdeki okulları kapatılacaktır. Azerbaycan ilk örnektir. Bunun yakın zamanda Irak başta olmak üzere başka örnekler izleyecektir. İş dünyasına baskılarında ağır ekonomik bedeli olacaktır.

 Yıllardan bu yana Hizmet Hareketine yakın olan tanıdıklarıma üç şeyi anlatmaya çalıştım. 1)Ergenekon vs. operasyonlar NATO-Amerikan operasyonudur. 2)AKP, sonunda Ergenekon vs. operasyonlarını sizin kucağınıza bırakacak. 3)Ve devlet gücü ile savaşıp kazanan cemaati tarih kaydetmemiştir.

 Son olarak, Erdoğan’ın açıklamalarına rağmen bu süreçte Washington’un müdahalesi olduğunu kesinlikle söylemek mümkün değildir. Ancak, her halükarda Washington istediklerini almıştır. AKP’nin 17 Aralık sonrasında Kıbrıs, Ermeni sözde soykırımı konularında Washington’u memnun edecek tavrı gözden kaçmamaktadır. 

 

http://www.21yyte.org/ sitesinden 19.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır.,

Gazze Savaşına Farklı Açılardan Bakış

Gazze Savaşına Farklı Açılardan Bakış

Yazar: Ümit Özdağ
24 TEMMUZ 2014 PERŞEMBE

            Gazze’de savaş tarihi açısından iğrenç bir savaş cereyan ediyor. Modern bir ordu, dünyanın nüfus yoğunluğu açısından en kalabalık bölgesinde ileri teknoloji ürünü modern silahlar ile kadın ve çocuk demeden, hastane veya santral diye düşünmeden/düşünerek saldırıyor. Bu tür eylemleri yapan bir orduya mensup olmak hiçbir subaya veya askere şeref vermez. Beş aylık bir çocuğu kafasından vurarak öldürmek, kumsalda oynayan çocukları bombalamak, bir ordunun düşebileceği en kötü durumdur. Öte yandan Gazze savaşı, İsrail Ordusu’nun bir süreden bu yana geliştirmekte olduğu askeri konseptin ne kadar doğru olduğunu da tartışmaya açmıştır.

İsrail ordusu 2006 Lübnan savaşından sonra askeri reform çalışmalarını şu esaslara dayandırmıştır: 1)İstihbarat üstünlüğü, 2) Özellikle hava kuvvetlerine dayanan ateş üstünlüğü, 3) Hava savunma sistemleri, 4)Siber savaş, 5)Mısır ve Suriye sınırlarının korunması. İsrail Ordusu’nun reform çalışmalarından en fazla zararı İsrail Kara Kuvvetleri görüyor. 2002-2006 arasında bütçesi % 25 kesilen kara kuvvetleri bütçesinin azaltılması, 2006’da Lübnan savaşı sırasında durduysa da, daha sonra tekrar başladı. Tank birliklerinin yerini daha ucuz olan zırhlı araçlar alıyor. Piyade birlikleri azalırken, özel kuvvet güçlerinin sayısı artıyor. Bu değişimin nedeni İsrail’in, yakın bir tarihte konvansiyonel bir ordunun İsrail’i tehdit etmeyeceği varsayımından hareket etmesi. Ancak asimetrik savaşlarda da savaş karada kazanılıyor. İsrail Ordusu’ndaki bu değişim, generalleri ve stratejistleri revizyonist ekol ve muhafazakar ekol diye ikiye böldü. Revizyonistler değişimi desteklerken, muhafazakarlar kara kuvvetlerinin önemine dikkat çekiyor ve aşırı teknoloji bağımlı bir ordu olmanın sakıncalarından bahsediyorlar.

Kara Kuvvetlerinin önemi son Gazze saldırısında da ortaya çıktı. İsrail ordusu Gazze içinde karadan istediği ilerlemeyi sağlayamıyor. Hizbullah ve İran ordusundan yeni asimetrik savaş teknikleri konusunda eğitim alan Hamas güçleri, İsrail ordusuna pusu kuruyor, ağır kayıp verdiriyorlar. Gazze saldırısı bittikten sonra İsrail’de savunma reformu konusunda yeni ve daha kapsamlı bir tartışma başlayacak.

Öte yandan Hamas askeri olduğundan daha fazla siyasi bir mücadeleyi Gazzeli kadın ve çocukların arkasına sığınarak veriyor. Evet, İsrail ordusu kabul edilmez  bir iş yaparak, kadın ve çocukların üstüne bomba atıyor ancak Hamas militanları da bu kadın ve çocukların bombalanacağını bilerek, kadın ve çocukların arkasına sığınıyorlar. Üstelik Hamas çatışmalar uzadıkça, İsrail’in dünya kamuoyu önünde daha ağır bir imaj darbesi alacağını bilerek, çatışmaların sona ermesi diğer bir ifade ile ateşkes için çaba sarfetmiyor. Mısır’ın çabası ile sağlanan ateşkesin, başlamasından beş saat sonra Gazze’den atılan roketler ile bozulduğunu unutmayalım.

Hamas’ın ateşkes için ileri sürdüğü şartlar ise haklı ve ancak mevcut koşullar altında gerçekçi değil.  Halit Meşal, Hamas’ın ateşkes için şartlarını şöyle sıralamaktadır: “İsrail’in operasyonları durdurması, Refah sınır kapısının açılması, tutuklu Filistinlilerin serbest bırakılması, Gazze’ye deniz ve hava ablukasının kaldırılması ile Gazze’ye havaalanı yapılmasına izin verilmesi.” Halit Meşal’in tamamı adil olan taleplerinin önemli bir bölümü ateşkesin değil, barışın koşullarıdır. Hamas için öncelikli görev Filistinli kadın ve çocukların İsrail mermilerine hedef olmasına gerekçe oluşturmamaktır. Ateşkesin koşulu ancak “İsrail’in operasyonlarını durdurması” olabilir. Hamas, diğer şartlarda ısrar ettikçe, İsrail ordusu da saldırılarına devam etmektedir.

http://www.21yyte.org/ sitesinden 19.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır.,
..

Bataklık Olan Ortadoğu mu, Davutoğlu’nun Ortadoğu Politikası mı?

Bataklık Olan Ortadoğu mu, Davutoğlu’nun Ortadoğu Politikası mı?

Yazar: Ümit Özdağ
23 TEMMUZ 2014  ÇARŞAMBA

      Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yapmış olduğu bir iftar konuşmasında, muhalefetin kendisinin Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına soktuğu suçlamalarına çok ağır bir şekilde cevap vermiştir. Davutoğlu, Ortadoğu’nun bataklık olmadığını, Ortadoğu’nun  Şam-ı Şerif, Mekke ve Medine demek olduğunu, Bağdat’ın kardeş, Kerkük’ün aziz olduğunu, Hira Mağarası’nın Ortadoğu’da olduğunu söylemiştir. Doğrusu, entelektüel seviyesinin gerçekten yüksek olduğunu bildiğim Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun gerçek siyasette ve dış politika uygulamasına sürüklendiği nokta hüzün vericidir.

Ortadoğu’nun bataklık olmadığını söyleyen Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Musul Konsolosluğu çalışanlarının tamamını ve binasını terör örgütü IŞİD’e kaptırmış bir Dışişleri Bakanıdır. Belki iftarın yaklaştığı saatlerde kan şekeri iyice düşmüş olabilir ve alkışlamak için gelen insanlar Davutoğlu’nun anlattıklarını “yerler”; ancak onların dışında herkes özellikle yabancı başkentler, alaycı bir tebessüm ile dinlemişlerdir.

Ortadoğu, 19. Yüzyılın ortasından itibaren, diğer bir ifade ile Osmanlı-Türk gücünün inişe geçmesi ve Avrupa emperyalizmin Ortadoğu’ya kışkırtıcı, yıkıcı ve sürekli müdahaleleri ile bir bataklığa dönüşmüştür. Batı emperyalizminin müdahaleleri Haçlı seferleri zihniyeti ile etnik ve mezhep grupları üzerinden devam etmiş ve bu gruplar sürekli istismar edilerek, Osmanlı egemenliği zaafa uğratılmaya çalışılmıştır. 1918 sonrasında Osmanlı-Türk egemenliği Ortadoğu’dan tasfiye edilirken, sınırları yeni tahrikleri mümkün kılacak şekilde emperyalist bir ustalık ile çizilmiştir. 1918-1945 arasında Ortadoğu’da hakim olan Avrupalı mandacı güçler, var olan etnik ve mezhepsel ayrılıkları güçlendirmek, daha rekabetçi, hatta düşman kimliklere dönüştürmek için çalışmışlardır.

1945 sonrasında başlayan iki kutuplu dünya düzeninde Ortadoğu bölgesi kapitalizm-sosyalizm rekabeti içine sürüklenmiştir. Ancak bu ideolojik rekabet de aslında yüzeyseldir. İdeolojik rekabetin altında mezhep ve etnik kimliklerin rekabeti varlığını güçlü bir şekilde sürdürmüştür. Ortadoğu içinden hiçbir güç bölgede hegemonik bir barış sağlamaya yetecek kadar güçlü olmadığı için, bölge dışı Batılı ve Doğulu güçlerin bölgede üstünlük mücadelesi için yaptıkları müdahaleler Ortadoğu’da büyük bir tepişmeye neden olmuştur. Bu tepişme, Ortadoğu zeminini bataklık haline getirmiştir. Bunun bölgenin tarihi ve ilahi kimliği ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu jeopolitik bir gerçektir.

Türkiye, Ortadoğu’daki en kıdemli güç olarak tarihsel hafızasında Ortadoğu’nun sıkıntılarını bilerek 1950’lere kadar yaşamıştır. Esasen bu süreçte Türkiye, Ortadoğu’da Ortadoğulular ile değil, Batılı mandacı güçler ile karşı karşıya kalmıştır. Soğuk Savaş döneminde de Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgisi ekonomik düzeyde kalmıştır. Ortadoğu ile ilgili Osmanlı devlet kadrolarından Cumhuriyetin ilk kadrolarına intikal eden bilgi yeniden üretilmediği için devletin bilgisi Ortadoğu konusunda İngilizceden tercümeye dayanan kısıtlı bir bilgi zeminine çekilmiştir. Ankara, ABD ve SSCB arasındaki mücadeleden kaynaklanan çatışmaların kendisine sıçramaması için de bu çatışmaların mümkün olduğunca uzağında kalmıştır.

Bu soğukkanlı, eksik bilgili ve uzaktan politikaya rağmen AKP iktidarı 2002’de Türkiye Cumhuriyeti’nden Ortadoğu’da Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapacak kadar uygun koşullar hazırlamış bir politika devralmıştır. Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasından sonra akıldan çok heyecana ve tutkuya, bilgiden çok ideolojiye ve ne yazık ki Selefileşmiş bir Sünniciliğe dayanan bir yaklaşım Türk Dış Politikasının Ortadoğu politikalarına hakim olmaya başlamıştır. Özellikle Arap Baharı diye anılan süreç, Arap başkentlerinden sonra dünyada en fazla Ankara’yı heyecanlandırmıştır. Davutoğlu, Arap Baharı’nın Arap ülkelerinde bu ülkelerin AKP’lerini iktidara getireceği inancı içinde dış politikayı milli menfaat zemininden parti menfaati zeminine kaydırmıştır. Suriye’nin AKP’sinin zeminini oluşturduğunu düşündüğü Müslüman Kardeşler’in Suriye’de iktidarı ele geçirecek kadar güçlü olmadığını anladıkları zaman “biraz arkadan iterek” Müslüman Kardeşleri iktidara taşımanın mümkün olduğuna inanmış ve Suriye iç savaşının kıvılcımlarının üzerine benzin dökmüştür. Diğer bir ifade ile Davutoğlu’nun politikaları, zaten bataklık olan Ortadoğu’nun Türkiye için daha da bataklık olmasına yol açmıştır.

Başkonsolosluğunu IŞİD’e kaptıran, uçağını kimin düşürdüğünü bilmeyen ya da bilse de söyleyemeyecek kadar korkan, Reyhanlı’da kendi büyükelçisinin El Kaide yaptı dediği bombalamayı Esad rejimine atan, aç ve korku dolu bakışlı Suriyeli çocukların İstanbul, Ankara sokaklarında bakkallar önünde dilenmesine yol açan politikaların sahibi olan Davutoğlu ne yazık ki, Türkiye’ye ne kadar ağır bedeller ödettiğinin hala farkında değilmiş gibi davranmaktadır.

http://www.21yyte.org/ sitesinden 19.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır.,
..

1959 Kerkük Katliamının 55. Yılı

1959 Kerkük Katliamının 55. Yılı

Yazar: Ümit Özdağ
14  TEMMUZ 2014  PAZARTESİ

           Sovyetler Birliğine sığınan Molla Barzani, 1958 senesine kadar bu ülkede kalmıştır. Barzani, Sovyetler Birliği’nde iken 1953 Ocak ayında 3. Kongresi’ni yapan KDP, federal bir Irak için silahlı mücadele yöntemini kabul etmiştir. Ancak, Irak’ta 14 Temmuz 1958’de General Kasım’ın krallığı devirmesinden sonra Barzani’nin 1946’da kurdurduğu KDP, yeni rejimi desteklediğini ilan etmiş, General Kasım da Barzani’yi Bağdat’a davet etmiştir. 14 Temmuz 1958’de gerçekleşen darbeden sonra General Kasım yaptığı radyo konuşmalarında Irak’ı Araplar, Kürtler ve Türkmenlerin asli unsur olarak oluşturdukları bir ülke olarak tanımlasa bile, sonra geri adım atılmış, Irak’ı Arapların ve Kürtlerin vatanı olarak tanımlayan bir Anayasa taslağı General Kasım tarafından kabul edilmiştir.

General Kasım’ın gerçekleştirdiği darbenin bir sonucu da Irak’ın oluşmasından itibaren ezilen, baskı altında tutulan ve sistemden dışlanan Şii Arapların yavaş yavaş sistem ile bütünleşmeye başlamalarının önünün açılmasıdır. Şii Araplar, devlette oranları ölçüsünde temsil edilmeseler de mezhepler arası evlilikler başlamış ve Şii Araplar, 1951’de Irak’ı terk eden Yahudilerin yerine ticaret yaşamında etkin güç haline gelmeye başlamışlardır.

Irak devleti bağımsızlığını ilan ederken devletin kurucu unsuru olan Türkmenler sessiz sedasız ortaklıktan çıkarılıp azınlık konumuna itilmiştir. Bağdat’ta kim iktidarda oturur ise otursun, Kürtlerden çok Türkmenlerden korkmuştur. Çünkü, Kürtlerin ne kadar Bağdat’a sorun çıkarsa da bir şekilde denetim altında tutulacaklarına oysa Türkmenlerin Türkiye’nin desteği ile Musul Vilayeti’ni her an Irak’tan koparma potansiyellerinin olduğuna inanılmıştır.

Molla Barzani’nin Irak’a dönmesinden sonra Kerkük’te büyük bir gerilim başlamıştır. Kerkük’te yerleşik 2. Tümen komutanı General Nazım Tabakçalı, General Kasım’ı uyararak Türkmenlere karşı bir saldırının başlaması ihtimalinden bahsetmiştir. Kerkük’te öldürülmesi planlanan 400 Türkmen aydını olduğu haberi Türk basınına da 13 Kasım 1958’de yansımıştır. General Tabakçı’nın yerine atanan komünist General Davur el-Cenabi, Moskova’da eğitim görmüş ve Kerkük Belediye Başkanı yapılan Maruf Berzenci ve Ermeni Halk Mukavemet Teşkilatı Ojin,Türkmenlere karşı ortak hareket etmeye başlamışlardır.

Yüzlerce Türkmen tutuklanırken, Kerkük’e peşmergeler sızmış ve yerleşmiştir. 14-16 Temmuz 1959 arasındaki üç gün boyunca Irak Komünist Partisi militanları ve KDP’li peşmergelerin işbirliği ile Türkmenlere karşı bir katliam gerçekleştirilmiştir. Üç gün süren saldırılarda 25 Türkmen aydını katledilmiştir. Olayları yakından izleyen Ankara, 21-22 Temmuz 1959’da Bağdat’ta girişimlerde bulunmuştur. 25 Temmuz 1959’da kamuoyuna açıklama yapan Türk Dışişleri Bakanlığı 30’a yakın Irak vatandaşı Türk’ün Kerkük’te öldürüldüğünü, Irak hükümetinin olayların tekrarlanmayacağı konusunda Ankara’ya güvence verdiğini açıklamıştır.

31 Temmuz’da bir basın toplantısı yapan General Kasım olaylarını telin etmiş, Ağustos 1959’da yaptığı bir basın toplantısında Türkmenlere destek vermiştir. Olayların sorumlusu olan 28 kişi 23 Haziran 1963’de Kerkük’ün üç ayrı meydanında asılarak idam edilmiştir.

Bugün bu yazıyı siteye koymadan önce Irak Türkmen Cephesi’nin internet sitesi olan www.kerkuk.net‘ebaktım. Orada da katliamın 55. Yılı ile ilgili haber ve açıklamalar vardı. Ancak katliamı peşmergeler ile komünistlerin yaptığı yazmıyordu. Sanki uzaylılar gelmiş Türkmenleri şehit etmiş ve gitmişlerdi. Türkmenlerin AKP eli ile getirildiği nokta budur. Türkmenler artık kendilerini katledenlerin peşmergeler olduğunu dahi yazamamaktadırlar.

http://www.21yyte.org/ sitesinden 19.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır
..